ONSEN - SICAK SU KAPLICASI

Geçenlerde yaptığımız 2 günlük onsen macerasından bahsetmek istiyorum. Öncelikle onsen, sıcak su kaplıcası demek. Japonya volkanik hareketlerin yoğun olduğu bir ülke olduğundan birçok yerinde çok sayıda onsen mevcut. Onsenlerin bulunduğu bölgelere yapılmış olan otellerde ya da tesislerde onsene girilip kaplıcaların mineral yönünden zengin sularından faydalanılıyor. Japonlar onsenleri çok seviyorlar. Birçok otelde ,eğer o bölgede kaplıca varsa tabi, onsenden faydalanabiliyorsunuz.

Biz de geçenlerde 2 günlüğüne böyle bir yere gittik. Onsenlerin bulunduğu yerler öyle şehrin merkezinde değil genelde. Daha dağlık ve ulaşımı çok da kolay olmayan yerlerde daha fazla. Tabi onsenleriyle meşhur şehirler de yok değil. Örnek Beppu. Ama Tokyo'da onsen bulmanız biraz zor olabilir mesela. Şehirlerde herkese açık public bath dedikleri yerler var, oradaki sular kaplıca suyu olmayabiliyormuş. 

Biz ise biraz daha kuzeyde trenle yaklaşık 3 saat süren Yunishikawa isimli bir yere gittik. Trenden sonra 1 saatlik bir  otobüs yoluculuğu yaparak dağlık ve karlı bir yolun sonunda da otelimize ulaştık. 

Söylemeden geçemeyeceğim, bu otobüs şimdiye kadar bindiğim en pahalı otobüstü. Şimdiye kadar bir ulaşım aracı için 1 saatlik yola bu kadar para verdiğimizi hatırlamıyorum. Trenle 3 saatlik yol için daha az ödedik. Otobüsün tek yön ücreti 1.800 Yen idi. Türk Lirası ile bugünkü kurla hesaplayınca 34 TL ediyor. Otobüste hiçbir şey yoktu, normal bir otobüstü anlayacağınız. Tamam yol biraz virajlı, karlı falan ama 34 TL de Japon standartlarına göre bile pahalı. İnsanlar kendi aralarında pahalı diye konuşuyorlardı ama kimse bileti satan şirkete ''neden bu kadar pahalı'' diye sormadı bile. Ah Japonlar ah..

Neyse 1 saatlik biraz da sinir içinde geçen yolun sonunda durumu Japonlar gibi kabullenip otelimize vardık. Bulunduğumuz bölge karlar içinde ve gerçekten çok güzeldi. Düşününce kar görmeyeli baya uzun zaman olmuş benim için. Özlemişim.

Kaldığımız otel bu bölgedeki diğer oteller gibi onsen oteli. Yani insanlar buraya kaplıcalar için geliyorlar.  Ve en önemli özelliği de kaplıcaların dışarda olması. Yani dışarıda karı seyrederek sıcak kaplıca suyunun içinde keyfinize bakıyorsunuz. Zaten kışın özellikle onsenler bu yüzden çok meşhur.
Yukarıdaki fotoğrafta otelin girişini görüyorsunuz. Yerde duran beyaz terlikler otelde giymek için. Evet evet otele girerken ayakkabılarınızı çıkarıyorsunuz ve size verilen terlikleri giyiyorsunuz. Ayakkabılarınızı ordaki ayakkabılığa kaldırıyorlar. Eğer dışarı çıkmak isterseniz fotoğrafta solda duran botları giyebiliyorsunuz. Yok eğer illa kendi ayakkabımı isterim derseniz hemen ayakkabınızı getiriyorlar.

Ayrıca otelde giymek için odalarda Yukata denen Japon geleneksel kıyafeti bulunuyor. Kimono gibi görünen ama giymesi daha kolay olan bir kıyafet. Uzun sabahlık gibi düşünün, beline de kemeri bulunuyor. Bu yukatalarla oteldeki onsenlere gidebiliyorsunuz. Yemeğe bu şekilde inebiliyorsunuz. Yani otelde size verilen yukata ve terliklerle dolaşmak serbest.

Japonya'da Japon tarzı otellere Ryokan diyorlar. İçinde onsen olup olmamasıyla alakası yok, odalar Japon tarzı tatami ile kaplı, gece futon denen yer yataklarında yatılıyor. Restoranda yemekler yerde yeniliyor. Bunlar oteli Japon tarzı yapan özelliklerden.

Aşağıdaki bizim kaldığımız oda. Yerler Japonya'da sık kullanılan hasır yer kaplaması, tatami ve yer masası ve yer koltukları.

Akşam yemekten sonra odaya girdiğimizde ise aşağıdaki görüntü ile karşılaştık. Yer yatağımız (burda futon diyorlar) yapılmıştı.
Şimdi gelelim buraya asıl gidiş amacımıza yani Onsenlere. Ayrı bir başlıkta yazdım, buyurun.

İKİZUKURİ

Bazen bu bloğa çok geç başladığımı düşünüyorum. Japonya'da bir sürü yere gittik ama ben bir kenara not düşmediğim için şimdi fotoğraf albümlerine bakıp izlenimlerimi yazmam zor olacak gibi. Hepsini yazmasam da aklımda kalan ilginç notları arada buraya yazmaya çalışacağım.
Şimdi yazacağım hikayeyi ailemdeki herkes biliyor ama ben hem blogumu okuyanlar için hem de kendime arşiv yapmak için yazıyorum şimdi.

Yaklaşık bir sene önce bu zamanlar eşim, annesi ve babasıyla bir hafta sonu Tokyo'da yaklaşık 1-2 saat uzaklıktaki bir bölgeye kışın açan Ume adı verilen ağacın çiçeklerini görmeye gittik. Eşimin babası dağ, bayır, ağaç, çiçek görsün diye hiç üşenmez gezer durur. Japonlardaki doğa sevgisi gerçekten çok fazla. Doğaya derin bir saygı ve sevgi besliyorlar.

Neyse konuyu dağıtmayayım. Bu çiçeklerin açtığı bölgede bizim gibi kışın en soğuk günlerinde üşenmeden gelen bir sürü insan vardı. Biz orda çiçek koklama ve yürüyüş aktivitemizi bitirdikten sonra eşimin annesi ve babası dediler ki sizi güzel bir restorana götüreceğiz.

Ben de yemeğe pek bir meraklıyımdır ayıptır söylemesi :) Hemen atladık arabaya ve okyanus manzaralı tam Japon tarzı, yani yerde oturulan çok sade ve şıklığı sadeliğinden kaynaklanan bir restorana gittik.
Dediler ki burası sashimisi ile meşhur. Ooo ben bayılırım.  Bu arada sashimi : Çiğ balık. Soya sosu ve wasabiye batırıp yiyorsunuz. Her balığı çiğ olarak yemiyorlar ve balığın tazeliği önemli. Sushiden farkı, pirinç ya da yosun bulunmuyor.

Bizim siparişleri verdiler ve ben buranın sashimisi acaba nasıldır diye merakla beklerken, ahşaptan bir gemi maketinin üstüne dizilmiş farklı farklı balıklar, estetik bir şekilde düzenlenmiş olarak önümüze geldi.
Garson önümüze bunu koyduktan sonra '' dikkat edin balık ısırabilir'' dedi. Eşim bana tercüme etti ama ben garsonun neden öyle dediğini anlamadım. Zaten açtım da, üstünde durmadan elimdeki çubukla aşağıdaki fotodaki balığın ortasındaki açık pembe etten bir tane alıp sosuna bandırıp attım ağzıma.
resimlerin üstüne tıklayınca büyüyor aklınızda olsun :)
Ben ağzıma eti attım ve o sırada bu fotoda gördüğünüz balık hareket etmeye başladı. Başını ve kuyruğunu oynatıyor !!! Hayıır... Nasıl ya !! Bir dakika, garson bayanın ne demek istediğini anladım galiba. Balık hala canlı !!!!!!

İşte o andan sonra sadece önümdeki balığın can çekişmesine odaklandım ve restoranın şıklığı, balıkların ''tazeliği'' hiç umrumda olmadı.

Şimdi bu nasıl oluyor hemen açıklayayım. Balığı canlı iken solungaçlarının altından kuyruğuna kadar kılçıklarına dokunmadan kesiyorlar. Bana balıkların acı hislerinin olmadığını söylediler. Gerçek mi bilmiyorum ama inanmak istedim ve araştırmadım. Bu arada balık solungaçları kesilmediği için hala canlı ama suda olmadığı için can çekişiyor ( ya da canı yandığı için). 
Resimde balığın ortasındaki en alttaki beyazlık Japonya'daki bir çeşit turp, adı daikon. Çiğ balık yanında rendelenip servis edilir genelde. Onun üstündeki pembemsi et, balığın az önce kesilmiş etileri ve onun üstündeki sarı ve koyu renkli olanlar da çiçek ve bir ot, dekoratif amaçlı yani.

Balığı bu şekilde servis etmelerinin nedeni ise balığın tazeliğini müşterilerine göstermek için. Ödediğiniz hesap da ona göre katlanıyor tabi. Bu tarz sashiminin adı ise İkizukuri.

Japonlar börtü böcek, kedi, köpek yemiyorlar ama denizden çıkan her şeyi her şekilde yiyorlar gördüğünüz gibi.

Ve bu resimlerde üstündekiler kalkınca zavallı balığın hali. Biz sofradan kalkarken kendisi son nefesini çoktan vermişti.

O gün iştahım kapandı ve ne yedim ne yaptım tam hatırlamıyorum ama bu balık hayatım boyunca unutamayacağım bir şekilde yer etti aklımda. 

Önümde can çekişen bir balığın etini yemek bana ne kadar ters gelse de, Japonlar için bu sadece tazelik anlamına geliyor ve her zaman yiyebildikleri bir şey olmadığı için de tadını çıkarıyorlar. 

Ben yeni tadlara kültürlere çok açığımdır ama bu İkizukuri'yi pek sevemedim. İkizukuri için vahşilik tabirini kullanmak istemiyorum. Bana göre bizim kurban bayramlarımızda kurban kesmek ve özellikle benim çocukluk zamanlarımda sokaklarda gördüklerim de pek masum değil. Eleştirmeden önce dönüp bir kendimize bakmamız gerekiyor bence. Kimbilir başka kültürlerde bize ters gelen ama onlar için normal olan daha neler neler var.
Her kültürü olduğu gibi kabullenmek lazım. Bunu anladım ben bu ülkede. Başka türlü işin içinden çıkamıyorum.

Bir daha İkizukuri mi! Aman aman benden uzak olsun. Balığım o kadar taze olmasa da olur.

SHINJUKU POLİS MERKEZİ

İki Japon, bir Amerikalı, bir İtalyan ve bir Türk, Tokyo'da bir İzakaya'ya (Japon tarzı bar) gitmişler.
Olay tam da fıkra gibi başladı aslında :) Japonlardan biri kocam, diğeri onun çok yakın bir arkadaşı, Amerikalı Japon olanın misafiri, İtalyan da kocamın bir zamanlar seyahat ederken tanıştığı bir arkadaşı. İtalyan arkadaş buraya Yeni Zelanda dönüşü 2 günlüğüne uğruyor ve o gece de son gecesi. Ha Türk de benim bu arada. Tek bayan olma ünvanı da elimde tabi.

Neyse hikayeye geri dönelim. Biz güzel güzel içkilerimizi yudumlayıp seçtiğimiz yiyecekleri atıştırırken tam benim görüş alanımda bulunan bir Japon iş adamı gözüme çarptı. Amca hafiften badem bıyıklıydı, bıyıklarından dolayı gözüm hep ona doğru kayıyordu. Burda iş adamlarını pek bıyıklı sakallı göremezsiniz de o yüzden ilgimi çekti. İçkiden suratı kıpkırmızı olmuş bir halde hararetli hararetli genç garsona bağırırken tekrar gözüme çarptı. Yanımda oturan eşime gösterdim, o da farketti bir şeylerin ters gittiğini. Aradan biraz zaman geçti ve olay büyüdü. Bu kırmızı suratlı, badem bıyıklı Japon amca ayağa kalktı ve garsonu tekmelemeye başladı. Sarhoş olunca kişi, Japonmuş değilmiş falan farketmiyor. Adam kendini kaybetti bağırmaya ve tekmelemeye devam etti.
Bu sırada genç garson ''müşteri her zaman haklıdır'' mantığından çıkamadığından sesini çıkarmayıp boynu bükük vaziyette tekmeleri yemeğe devam etti.

Bizim masada ve etrafta herkes bu manzarayı izliyordu bu arada. Ama mekandaki tek yabancı grup bizim masadaydı ve biri İtalyandı !!  Garson dayak yiyor, kırmızı suratlı badem bıyıklı amca zil zurna sarhoş ve garson dahil kimse çıtını çıkarmıyor. Bizim irikıyım İtalyan arkadaşımız bu duruma içindeki akdeniz ateşiyle müdahele etmek istedi ve ayağa kalktı. Bizim masadaki ben hariç diğerleri de onu yalnız bırakmamak adına ayağa kalkıp peşinden gitti.

Sarhoş amcayı dışarı doğru sürüklediler ve sarhoş olduğunu ve eve gitmesini söylediler. Tabi bu arada sesler yükseliyor, bardaki diğer herkes film izliyormuşcasına sadece bakıyor ve ben de umarım yumruk yumruğa kavga etmezler diye dua ediyorum. Ama işte o anda olan oldu, ben de neler oluyor diye olay yerine yaklaştım ve bizim İtalyan arkadaşın Japon amcanın sırtına güzel bir yumruk indirdiğini gördüm.
O anda eşim ''Bu hiç iyi olmadı'' dedi ve Japon amcayı cebinden telefonu çıkarırken gördüm.

Adam mekanın dışına çıktı biz de oturup sakinleşmeye çalıştık. Garsona neden adamın böyle davrandığını sorduk. Adamın hesaptaki küçük bir yanlış anlaşılmadan dolayı böyle davrandığını söyledi. Neyse... Biz oturduk bir büyük bira söyledik ve olayın şokundan çıkmaya çalışıyoruz. Eyvah o da ne !!! Polis !!! Kırmızı suratlı badem bıyıklı amca bizim masayı gösteriyor polislere ve bize doğru geliyorlar !!

Sonra ne mi oldu ? Şinjuku'nun göbeğinde bizim barın önünde 5 polis arabası ve bir ambulans bekliyor . Adam önce ambulansı aramış, sonra polis gelmiş ve bizim Italyandan şikayetci oluyor. Haydaa... Çocuk ertesi sabah ülkesine dönecek, aldı mı başına belayı !

Eşim ve arkadaşı önce olay yerinde neler olduğunu polise anlattı, gayet sakin bir süreçti bu. Ardından polis hepimizi polis merkezine götüreceğini söyledi ! Ve biz Şinjuku'da (bu arada Şinjuku gece hayatının en canlı olduğu yerlerden biridir) bir sürü kişinin gözü önünde barın önünde bizi bekleyen polis arabalarına bindik ve polis merkezine götürüldük .

Amaç yazılı ifade almaktı. Aramızdaki Japonlar ve İtalyan arkadaş ifade verdiler. Bu arada ben ve Amerikalı arkadaş da koridorda oturup duvardaki posterlere bakıp sohbet ediyoruz. Kimse bize bir şey sormadı. Bizimkiler ifade verdikten sonra bu sefer kırmızı suratlı amcanın ve genç garsonun ifadelerini bekledik. O arada da polis merkezinde fotoğraflar çektik ve baya eğlendik.
Arada yanımıza polisler gelip kusura bakmayın diğerlerinin ifadesini bekliyoruz, alır almaz gidebilirsiniz diyorlardı.

Neyse sonuç olarak yaklaşık 2 saatimiz polis merkezinde geyik yaparak geçti (en azından benim ve Amerikalının). En sonunda polis yanımıza geldi ve kırmızı suratlı, badem bıyıklı amcanın şikayetini geri çektiğini ama şimdi onu garsonu tartaklamaktan bir süre daha polis merkezinde tutacaklarını söyledi. Yani bizim amca kendi kazdığı kuyuya kendisi düştü :)

Son Söz:
Biz tam merkezden ayrılacaktık ki polislerden biri bize döndü (yabancı olanlara), ''Japonya'da bu tür olaylara pek rastlanmaz, böyle bir olaya şahit olduğunuz için sizden çok özür dileriz. Bu adam Japonlar adına kötü bir örnek. Asıl Japonlar sizin arkadaşlarınız gibi kibar ve centilmendir (eşim ve arkadaşını gösteriyor bu arada). Sizden tekrar özür dileriz'' dedi. Ve beline kadar eğilip bizi uğurladı.

Ben, Amerikalı ve İtalyan ise bu sözün şokuyla donduk kaldık. Bu nasıl bir kibarlık ya !!

Burda yaşadıklarımı ve gördüklerimi Türkiye ile kıyaslamamaya çalışsam da bazen buna engel olamıyorum.
Eğer bu olay Türkiye'de olsaydı öncelikle :

  • Garson yediği tekmeler karşınında sessiz kalmazdı, belki karşılık verirdi ve kavga büyüyebilirdi.
  • Etraftakiler izleyici kalamaz ve olaya bizim İtalyan gibi bir şekilde müdahele ederlerdi.
  • İş polise ve ambulansa kalmadan orda kapatılır ya da çok daha büyürdü.
  • Eğer polis gelseydi polis merkezine gidilmeden orda uzatmadan halledilmeye çalışılabilirdi.
  • Eğer polis merkezine gidilseydi ne olurdu bilemiyorum hiç gitmedim ama ben yine de polis merkezine gitmeden bu iş hallordu diye düşünüyorum.
Bu maddeler çoğaltılabilir tabi. Bu olayda Japonlarla Türklerin ( hatta Japonlar ve diğerleri diye de ayırabiliriz, özellikle Türk olmasına gerek yok) farkını bir kere daha gördüm. Beni her geçen gün şaşırtmaya devam ediyor bu millet.

İtalyan arkadaş ilk geldiği gün eşime,  Tokyo'da Lonely Planet'te yazmayan yani turistlerin olmadığı yerlere gitmek istediğini söylemişti. Son gecesini sayesinde onunla birlikte biz de Lonely Planet'te yazmayan bir yerde yani Polis Merkezinde geçirmiş olduk :)
Geriye anlatılacak ve gülümseyerek hatırlanacak bir anı ve Japon polisinin nazikliği aklımızda kaldı.



JAPONCA VE BEN

Japonca, şu sıralar hayatımda en çok yer işgal eden uğraş. Bu dili gerçekten öğrenmeye karar vermem biraz zaman aldı. Buraya taşındığımdan beri bir şekilde öğrenmeye çabalasam da gerçekten istemediğimi fark edip bir süre küsmüşlüğüm var Japoncaya.

Bana Japonya'da bir yabancı olarak seni en çok ne zorluyor diye soranlar çok oluyor. Bu sorunun cevabını çok düşündüm ve zannedersem beni en çok zorlayanın etrafımda olup biteni anlamıyor olmam dolayısıyla Japonca bilmiyor olmam olduğuna karar verdim.

Hayatımı bir Japonla birleştirip bu dili öğrenmeden ve ikimizin de ana  dili olmayan İngilizce ile bir hayat boyu iletişim kurmak doğru muydu? Neden olmasın, böyle örnekler çok var etrafta. Ama buraya sırf Japonca öğrenmek için gelen, bir dünya para verip kısa zamanda maksimum verim almaya çalışan yabancıları gördükçe kendimden utanıp geçen yıl Haziran ayından itibaren tam gaz başladım Japonca öğrenmeye. Japonya, Japonca'yı en rahat öğrenebileceğiniz yer sonuçta. Ben de burada olduğum süreyi en verimli şekilde kullanmaya biraz geç de olsa karar verdim.

Öncelikle istediğim tarzda bir kurs buldum. Okul gibi her gün gidilmeyen, evde her gün çalışıp bana verilen ödevleri yapmak durumunda olduğum, haftanın iki günü de öğretmenime gidip ödevlerimi kontrol ettirdiğim bir sistem bu. Ardından her gün sistemli olarak çalışmaya başladım.
Ben hiçbir zaman dil konusunda çok meraklı ve hevesli olmamışımdır. Benim için dil öğrenmek uzun bir süreçtir. En azından İngilizcede öyle olmuştu. Temelini sağlam kurduktan sonra işi pratiğe dökmek zaman aldı diyebilirim.

Japonca'da da biraz da gittiğim kursun etkisiyle ilk olarak yazma ve okuma konusunda hızlı bir gelişim gösterdim. Ama konuşma deyince tıkanıp kalıyordum. Bu süreçte arada yine pes etme isteği geldi geldi gitti. Tabi bir yandan dil bilgisi öğrenirken bir yandan da Japoncanın en zor kısmı yani yazma sistemi kanjiler işin içine girip arttıkça konuşmaya başlamam da zaman aldı. Sonuçta daha önce hiçbir aşinalığım olmayan bir dile kulağımın alışması zor bir süreçti.

Bu aşamada Tokyo'daki gönüllü Japonca dersi veren bazı yerler keşfettim. Tokyo'da yaşayan yabancılar bu kurumlara gidip gönüllü Japonca ders veren genelde yaşlı tatlı Japon amcalarla ve teyzelerle Japonca pratik yapıyorlar. İşte bu gönüllü derslerden birine katılmamla aslında Japonca konuşabildiğimi fark ettim. Artık kulağımın bu dile alıştığını ve Japonca duyduğumda her şeyi tam olarak anlayamasam da en azından arada bazı kelimeleri anlayabildiğimi fark ettim.

Japoncam şu anda en azından kendimi ifade edip karşımdaki ile biraz da olsa sohbet edebildiğim bir seviyede. Henüz çok uzun ve ciddi konularda konuşamasam da ilk zamanlardaki isteksizliğime ve bu dili hiç öğrenemeyeceğimi düşündüğüm zamanlara göre çok daha ileri durumdayım diyebilirim. Ama henüz yolun başındayım, ve öğreneceğim çok şey var.
Bu konuda kendime güvenimin gelmesiyle bu seneki en büyük hedefimi daha çok Japonca öğrenip Japonya'da Japonlarla sırf Japonca konuşmak olarak koydum.

Gittiğim gönüllü Japonca dersinde geçen hafta bir etkinlik yaptık. Arada Japon kültürünü tanıtıcı aktiviteleri de oluyor bu yerlerin. Yaptığımız etkinlik, herkesin yeni yıldaki hedefini kaligrafi olarak kağıtlara fırça ile yazmasıydı (Tabi ki Japonca ). Normalde Japon okullarında her sene yapılan bir gelenekmiş bu.  Bize de bu geleneği tanıtmak amaçlı yaptırdılar.
Aşağıdaki fotoğrafta benim sınıfta yazdığım ve şimdi evdeki duvarımda asılı olan yıllık hedefimi görebilirsiniz :)
''JAPONCA KONUŞMAK''

DARUMA

Japonya'daki bir yeni yıl  geleneğinden bahsetmek istiyorum. Bu gelenekte aşağıda fotoğrafını gördüğünüz Japonca'da Daruma (İngilizce'de Dharma) denen bu maket bebek önemli rol oynuyor. 


Budist tapınaklarında satılan bu bebekler değişik boylarda satılıyor. Satın aldığınızda iki gözü de olmayan bu bebeklerden birini satın aldıktan sonra tek gözünü boyuyorsunuz. Sonra o yıl gerçekleşmesini istediğiniz dileğinizi tutuyorsunuz. Bu süre zarfında Darumanız evinizde bir yerde duruyor. Dileğiniz yerine geldiğinde de Darumanın diğer gözünü de boyuyorsunuz.

Bir sonraki yılın ilk günlerinde de tapınaklarda Daruma bebekleri yakma töreni gerçekleşiyor. Dileğiniz gerçekleşince Darumanızı tapınağa götürüp yakma töreninde diğer Darumalarla birlikte yakıyorsunuz.

Bu ilginç geleneğin kaynağını biraz araştırınca da karşıma ilginç bir hikaye çıktı. Daruma, tarihte Bodhidharma olarak bilinen Zen Budizmini bulan kişiyi temsil ediyormuş. Bu arada Zen Budizmi Japonya'daki adıymış, asıl Çin kaynaklı olan bu budizmin gerçek adı Chan Budizmiymiş.

Bodhidarma'nın Daruma bebeklere esin kaynağı olduğu söylenen bir çok efsane varmış. Benim internetten araştırdığım ve ilgimi çeken hikaye şöyle: 

Milattan sonra 5. veya 6. yüzyılda Bodhidharma bir mağarada (Çin'de olduğu söyleniyor)  7 sene gözlerini hiç kırpmadan ve hareket ettirmeden meditasyon yaptıktan sonra aydınlığa ulaşmış. Meditasyon yaptığı sırada kolları ve bacakları zayıflamış, pörsümüş ve vücudundan ayrılmış. Şimdiki Daruma bebeklerin kollarının ve bacaklarının olmaması da bundan kaynaklanıyor. 

Efsanede ayrıca, Bodhidharma'nın 7 yıllık meditasyon sırasında bir ara uyuyakaldığını ve bunu fark edince sinirlenip gözlerini oyduğu da yazıyor. Oyup yere attığı gözleri ise toprakta filizlenip Çin'deki ilk yeşil çay bitkisini oluşturmuş.


Daruma'nın ne olduğunu öğrendikten sonra benim de ilk Daruma bebeğimin gözünü boyayıp dilek tutma vaktim geldi :)
Dileğim gerçekleşirse seneye de yakma töreninden fotoğrafları eklerim artık :)

İlginç olan Japonya'da seçim zamanları politik partiler Daruma bebeklerle dilek tutuyorlarmış :))

Dileklerimizin bu şekilde gerçekleşmeyeceğini bilsek de , kendi halinde sevimli  bir gelenekten kime ne zarar gelir ki. 


FUKUBUKURO VE ALIŞVERİŞ ÇILGINLIĞI

Bu de ne dediğinizi duyar gibiyim. Yazmayı unuttuğum bir Japon çılgınlığı. Genellikle yeni yılın ilk iki günü süren bir alışveriş çılgınlığı diyebiliriz.
Fuku: Mutluluk, Bukuro: Torba, Alışveriş çantası demek. Yani Mutlu Torba gibi bir anlamı var bu uzun kelimenin.

Alışveriş merkezlerindeki mağazalar sadece yılın ilk iki günü satılmak üzere limitli sayıda hazırladıkları süper indirimli bu torbaları müşterilerine sunuyorlar. Ama burda bir durmak lazım. Torbanın içindekileri görme şansınız yok. Ağzı kapalı ve size sadece içinde kaç adet, ne olduğu söyleniyor. Mesela 3 tshirt, bir pantolon, bir atkı, 2 çorap var deniliyor. Bedenlerine göre torbaları ayırmış oluyorlar, normalde fiyatı 20.000 Yen değerinde olan paketi 5.000 Yen'e satıyorlar (fiyatlar değişiyor tabi daha ucuzları ya da pahalıları da var). Siz de ağzı kapalı olan bu torbayı satın alıp içindekileri satın aldıktan sonra görebiliyorsunuz. Biraz riskli bir alışveriş aslında. İçinden çıkanlar hiç tarzınız ve renginiz olmayabilir bu yüzden alınacak mağazanın ürünleri genelde beğendiğiniz ürünlerse ve fiyat çok cazipse belki denenebilir.

Ben geçen sene çok gaza gelip bir adet aksesuar torbası almıştım ve içinden çıkan tokalardan, küpelerden, kolyelerden sadece bir iki tanesi hoşuma gitmişti bu yüzden bu sene almama kararı aldım.
1 Ocak sabahı erken saatlerde başlayan Fukubukuro çılgınlığı Japonlar tarafından inanılmaz talep görüyor. İnsanlar erken saatlerde mağazaların önünde uzun kuyruklar oluşturuyor.
Bu sene mağaza önünde bekleyenleri tesadüfen gördüm ve çaktırmadan birkaç fotoğraf çektim.

Ben her ne kadar Fukubukuro çılgınlığına pek pas vermesem de Japonlar ellerindeki büyük torbaları taşımakta zorlanarak alışveriş merkezlerinden çıktığını görünce burdaki tüketimin boyutları beni bir kere daha şaşırttı.

Sadece Fukubukuro ya da indirim zamanlarında değil normal zamanlarda da alışveriş çılgınlığı hat safhada bu ülkede. Aşırı marka bağımlılığı, sürekli moda olan ( ya da yapılan) saçma şeylerin herkes tarafından satın alınıp kısa sürede tüketilip yerine başka bir şeyin gelmesi ve bunların herkes tarafından normal karşılanması garip.

İki sene kadar önce arkadaşlarımız olan bir Japon çift ile 3 günlük bir Paris gezisinin ilk günü yanımızdaki Japon çiftin Paris'te gittikleri ilk yerin, herhalde dünyada en çok Japonlar tarafından tüketilen adını burda yazıp reklamını yapmak istemeyeceğim, bir Fransız markasının mağazasına gitmiş olmaları benim için Japonların tüketim çılgınlığı ve marka bağımlılığı konusundaki ilk sinyaldi aslında. Ben o zamanlar sadece bizim arkadaşlarımız böyle herhalde diye düşünmüştüm. Sadece marka olduğu için üstüne bir dünya para verip taşınan o çirkin çantaları burda Tokyo'da bir sürü kişide görünce anladım Japon arkadaşlarımızın neden Paris'te ilk o mağazaya gittiklerini.

Yanlış anlaşılmasın ben alışverişe karşı falan değilim sadece gereksiz tüketime ve insanların bu sistemde birer piyon olmaya boyun eğmelerine pek anlam veremiyorum o kadar. Herkesin kolunda olan ve aslında beğendiklerinden şüphe ettiğim ve bir prestij simgesi olarak gördükleri ürünleri kullanan insanlar her yerde. Türkiye'de de çok, ama Japonya'da alım gücünün çok yüksek olduğunu da göz önüne alıp buna Japonların marka bağımlılığını da eklersek neden pahalı Fransız mağazalarının en çok Japonlara ürün sattıklarını anlayabiliriz.

Kim nasıl mutlu oluyorsa öyle yaşasın elbet, benim haddime değil insanların zevklerini ve paralarını nereye harcayacaklarını eleştirmek. Ama uzaktan bakıp herkesin yavaş yavaş (pek de yavaş değil aslında ya) tek tip olduklarını izlemek bazen üzücü, bazen de komik.

TEKNOLOJİ VE BEN

Japonya teknolojinin merkezi. Bu benim gibi teknolojiden oldukça uzak olan biri tarafından bile bilinen bir gerçek. Hele burda yaşamaya başladıktan sonra teknolojiden ne kadar anlamam, ilgilenmem desem de kendimi zaman zaman büyük elektronik marketlerde saatlerce vakit geçirirken bulabiliyorum.

Japonlar sürekli tüketiyorlar. Bir ürünün yeni modeli mi çıktı, bir alt modelini kısa bir süre önce almış olsalar bile hemen yeni modelini de alıyorlar. Eskiyi de 2. el teknolojik ürünler satan yerlere satıyorlar. Herkes böyle değil tabi ama bu elektronik eşya tüketen çılgınlar gözden kaçmayacak kadar fazla.
Burda teknolojinin nimetlerinden ne kadar uzak durmaya çalışsam da bazen acaba ben de bu sistemin zavallı bir kölesi olmaya meyilli miyim diye düşünmeden kendimi alamıyorum. Geçen gün ampul almak için gittiğimiz elektronik markette 2 saat geçirdikten sonra hiç ihtiyacım olmadığı halde bir laptop'un başında kendimi ve eşimi acaba alsak mı diye düşünürken buldum. Sonra eve geldik, ben internetten modelini araştırdım, daha bir sevdim, pek bir sevimli geldi gözüme. Ama sonra düşündüm düşündüm, ihtiyacım yok !! Evdeki Macbook'umdan gayet memnunum. Ama ama.. çok sevimli bir şeydi, hem indirimdeydi, hem pembeydi, hem hafifti... Yok yok, ben bu tüketim çılgınlığının bir parçası olmak istemiyorum. Olmamalıyım!!

Bu arada teknoloji demişken, son zamanlarda ebook çılgınlığını duyuyorum. Ben ekrandan kitap okuma fikrine pek sıcak bakamıyorum, özellikle yatakta uzanıp kitabımın kokusunu duyarak okumayı seven biri olarak elime o ipad denen sevimsiz aleti alıp ekrana saatlerce bakıp kitap okumaya hiç niyetim yok. O kadar uzun süre ekrandan bir şey okumak benim gözlerimi yoruyor her şeyden önce. Ama kağıt israfını azaltacak bir çözüm olduğu da önemli bir gerçek.
Evet evet ben bunları düşünürken yine o elektronik marketlerden birinde Sony'nin çıkardığı ebook okumak için hazırladığı bir cihazı gördüm. Gerçi belki birçok kişi biliyordur bu ve benzeri cihazları ama ben ilk kez keşfettiğim için karşı olduğum bu ebook olayına biraz daha sıcak bakmamı sağladı sanki. Öncelikle boyu küçük ve ekranı bilgisayar ekranı gibi yoran bir ekran değil. Sanki kağıttan okuyormuşsunuz hissi veriyor. Ben ilk başta üstünde kağıt var sandım sonra bir dokundum elektronik ama farklı, bilgisayar ekranı gibi gözleri yormayacağı belli.

Bu arada bahsetmeden geçemeyeceğim başka bir teknoloji çılgınlığı da 3D Tv'ler. Eminim Türkiye'de de öyledir, burda da 3D Tv'ler görücüye çıktı ve insanlar elektronik marketlerde gözlerine gözlükleri takıp deniyorlar bu TVleri. Ben tabi yine teknoloji muhalifi olarak, ne gereksiz bir şey diye düşünürken şimdi de her yerde koca koca afişlerde Nintendo 3DS'in reklamlarını görmeye başladım. Öncelikle burda Nintendo ve Sony Playstation'un oyun konsolları (belki başka markalar da vardır ama ben bilmiyorum) her yaş grubunun vazgeçilmezi. Trenlerde sokaklarda insanlar sürekli oyun oynuyorlar. Hatta çocuklar sokakta bir kenara oturup ellerinde oyun konsolları oynuyorlar. Aralarındaki tek iletişim bu oyunlar. (yeni jenerasyon için üzülmüyor değilim ya neyse). İşte bu oyun konsollarının yeni modeli olan Nintendo 3DS de, gözlüksüz 3D oyun oynamayı sağlayacak bir cihazmış. Henüz satışa çıktı mı bilemiyorum, ben bile nasıl oluğunu merak ettiğime göre meraklısı ne düşünüyordur acaba!

İlk cep telefonları çıktığında ne düşündüğümü dün gibi hatırlıyorum. ''Cep telefonu mu, ne yani cebimde telefon mu taşıyacağım? Ne gerek var ki? Annemler eve bir telsiz telefon alsa odamda rahat rahat arkadaşlarımla konuşsam yeter. Pehh!! Cep telefonu da neymiş. Gereksizz.''
Teknolojiye hemen atlayıp hayatıma sokabilen biri değilim ama zamanından burun kıvırdığım şeyler istesem de istemesem de hayatımızın vazgeçilmezi oluveriyor.
Bakalım çevremdeki teknoloji çılgınlığına ne kadar direnebileceğim . Belli mi olur bir bakarsınız bir sonraki yazımı yeni bir bilgisayardan yazarım :) !!!

SHINBORU しんぼる

Tokyo'da yaşamaya başladığımdan beri Japon filmlerine olan ilgim de arttı. Önceleri sadece Takeshi Kitano'nun filmlerinden ibaret olan Japon film dağarcığımı elimden geldiğince geliştirmeye çalışıyorum. 


Japon filmleri genelde ağır, anlaşılması zor ve bazen de sıkıcı olabileceği gibi arada eğlenceli, hareketli ve unutulamayanlar da oluyor tabi. Özellikle korku filmlerinde çok ünlü oldukları tartışılmaz. İtiraf etmeliyim ki bir süre sonra izlediğim korku filmleri birbirine çok benzer gelmeye başladı. Ama ben hala, azimle ingilizce alt yazılı bulabildiğim Japon filmlerini korku da olsa izlemeye devam ediyorum. 


Ve en son öyle bir film izledim ki, bu filmi anlatmam imkansız. Filmin ingilizce adı Symbol, japonca adı da Shinboru. Filmin yönetmeni başrol oyuncusu Japon bir komedyen olan Matsumoto Hitoshi. Kendisi daha önce de ''Big Man Japan'' isimli filmi yönetmiş. O filmi de izlemeyi planlıyorum yakında. Neyse Symbol filmine dönecek olursak, konusunu anlatmak oldukça zor. Filmde iki hikaye var filmin sonlarında bir şekilde kesişiyor ama detaylara girmeyeceğim çünkü inanın filmi anlamadım. Tek kelimeyle çok acayip bir filmdi. Imdb'de bu filmin 7.2 puan aldığını görünce de çok şaşırdım. Belki de insanlar hep aynı tip filmleri izlemekten sıkıldığı için bu ''farklı'' filmi beğenmiş olabilirler. 


Ben filmi ne beğendim ne beğenmedim. Sinema eleştirmeni de değilim. Ama bu kadar acayip (başka bir kelime bulamıyorum ifade edecek) bir film daha önce izlememiştim.Arada güldürdü,ama genel olarak büyük bir soru işareti benim için bu film.Ama şu da çok açık ki beni bilgisayarın başına oturtup bir şeyler yazdırdığına göre bende isimlendiremediğim bir etki bırakmış belli ki. İzleyen varsa izlenimlerini paylaşsın lütfen :))


Filmin fragmanını merak edenler için:
http://www.youtube.com/watch?v=nnqIhrmS0iI